Anadolu’ya Mührünü Vuran Mana Sultanları

Hacı Bektaş'ı Veli hazretleri, Anadolu'nun İslamlaşmasında ve Türkleşmesinde başta gelen Horasan erenlerindendir. Kendisi Ehl-i Beyt neslindendir.

Kimdir Hacı Bektaş-ı Veli?

Hacı Bektaş'ı anlamanın en iyi yolu onun yetiştirmiş olduğu talebelerini tanımaktan geçer. Taptuk Emre onun yetiştirdiği bir insandır. Hacı Bektaş ve Taptuk'u anlamanın yolu ise Taptuk'un yetiştirdiği kişiyi tanımaktan geçer. Onun da yetiştirdiği Yunus Emre'dir. Bütün bu sultanları tanımanın yolu da mührünü vurdukları insanları tanımaktan geçer.

Hoca Ahmet Yesevi'ye mensup alperenlerin 13. yüzyılda Anadolu'ya Türkmen boyları ile birlikte gelmeleri Cengiz Hanın Moğol istilası ile hızlanmıştır. Horasandan gelen bu dervişler daha çok meslek erbabı kişilerdi. Hem Anadolu'da yaşayan halklara hizmet ediyor, hem de Hoca Ahmet Yesevi'den hareketle Ehl-i Beyt'in nefesini Anadolu'ya taşıyorlardı. Hoca Ahmet Yesevi'nin tasavvuf görüşünü ve menkıbelerini halka taşıyorlardı.

Hacı Bektaş-ı Velinin hocası, Hoca Ahmet Yesevi'nin halifelerinden olan Şeyh Lokman-ı Parende hazretleridir.
Hacı Bektaş-ı Veli, Yesevi geleneğini taşıması açısından özel bir yere sahiptir.
Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu'da birliğin sağlanmasında büyük başarılar elde etmiştir. Tabiri caizse kurt ile kuzuyu kardeş yapmıştır.
Hacı Bektaş-ı Veli Müslüman olmayanlarla mücadele eden bir gazi olmasının yanında insanların gönlünü almaya çalışan bir gönül insanıdır.
Hacı Bektaş-ı Veli, sadece manevi konularda değil, dini, iktisadi, askeri, sosyal her konuda önemli çalışmalar yapmış ve liderler yetiştirmiştir.

Ahilik teşkilatını kuran Hacı Bektaş'tır. Bu teşkilat hem çok büyük ustalar yetiştirmiştir hem de bu ustaların manevi derinlik kazanmasını sağlamıştır. Bir kişi bir meslekte ustalaştıkça aynı zamanda ahlaken de zirveye doğru yaklaşmaktadır. İslam ahlakı toplumun bütün katmanlarına sirayet etmiştir. İnsanların günlük yaşantısının yanında mesleki etiğin de belirlenmesinde İslam etkin olmuştur. İşte İslam ahlakının esnaf ve tüccarların mesleki kural ve kaideleşmiş halidir, ahilik.

Osmanlı Devleti'nin kurulmasında ve sağlam temellere oturmasında Hacı Bektaş'ın rolü büyüktür. Osmanlı'nın ikinci padişahı Orhan Gazi zamanında Yeniçeri ocağını kurulmuş ve Yeniçeriler tarafından Hacı Bektaş Pir olarak ifade edilmiştir.

Çıkılan her seferde, her savaşta Hacı Bektaş-ı Veli'nin belirlediği bir maneviyat eri görev almıştır. Yeniçerilerin kuruluş ve yükseliş döneminde başarıdan başarıya koşmasının en büyük nedeni Hacı Bektaş-ı Veli'dir. Osmanlıyı ayakta tutan fetihten fetihe koşan yeniçeri ocağı olmuştur. Değişik milletlerden kişiler yeniçeri ocağından İslam olmuş ve Türkleşmişlerdir yani millet olmuşlardır.

Yeniçerilerin savaşa başlarken toplu olarak söyledikleri şu ifadeler Hacı Bektaş'a ne kadar değer verdiklerini göstermektedir:
“Allah, Allah! İllallah! Baş uryan, sine püryan, kılıç al kan. Bu meydanda nice başlar kesilir. Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan! Kulluğumuz padişaha ayan! üçler, yediler, kırklar! Gülbang-i Muhammedi, Nûr-i Nebi, Kerem-i Ali... Pirimiz, sultanımız Hacı Bektaş-ı Veli...”

Hacı Bektaş'ı Velinin yetiştirdiği halifelerden birisi Taptuk Emre'dir. Taptuk adını alması ile ilgili hadise şöyledir: Hacı Bektaş, Rum diyarına geldiği sırada orada "Seyyid Mahmut Hayrani, Celaleddin-i Rumi, Hacı İbrahim Sultan" gibi bir takım büyük mutasavvıflar arasında bir de "Emre" adlı kuvvetli velayet sahibi bir şeyh vardı. Hacı Bektaş'ın daveti üzerine Rum erenleri onun nezdine geldikleri halde, bu şeyh her nedense davete gelmedi, onun erenleri onun gelmediğini Hacı Bektaş'a haber verdiler. O da, Sarı İsmail adındaki dervişini gönderdi. Emre'yi yanına çağırttı, gelmemesindeki hikmeti sordu. Emre, "perde arkasından çıkan bir elin kendisine nasip verdiğini, hazır bulunduğunu o erenler bezminde Hacı Bektaş adlı hiç kimse görmediğini" söyledi. Hacı Bektaş "o elin bir işareti olup olmadığını" sorunca, " ayasında yeşil bir ben" gördüğünü anlattı. O vakit Hacı Bektaş elini uzattı. Ayasındaki yeşil beni hayretle gören Emre, kendisine evvelce el veren mürşit karşısında bulunduğunu anlayınca üç kere heyecanla "Taptuk Emre" dedi ve adı o zamandan sonra Taptuk Emre oldu.

Gelelim Yunus Emre'ye;

Yunus isminde çiftçilikle geçinen çok fakir bir adam vardı. Bir sene kıtlık oldu. Daha da fakirleşen Yunus birçok kerametlerini duyduğu Hacı Bektaş-ı Veli'den yardım almak fikrine düştü. Sığırının üstüne bir miktar alıç (yabani elma) koyup dergâha geldi. Pirin ayağına yüz sürerek hediyesini verdi ve bir miktar buğday istedi. Hacı Bektaş-ı Veli ona lutf ile muamele ederek bir kaç gün dergâhta misafir etti. Yunus geri dönmek için acele ediyordu. Dervişler Pir'e Yunus'un acelesini anlattılar. O da Buğday mı ister yoksa erenler himmeti mi? diye haber gönderdi. Yunus buğday istedi. Bunu duyan Pir isterse o alıcın her tanesine nefes edeyim dedi Yunus buğdayda ısrar ediyordu. Hacı Bektaş'ı üçüncü kez haber gönderip isterse her çekirdek sayısınca himmet edeyim dedi. Yunus tekrar buğday isteyince hatanın büyüklüğünü anlayıp pişman oldu. Derhal geri dönerek kusurunu itiraf etti. Hacı Bektaş onun kilidini Taptuk Emre'ye verdiğini bu yüzden isterse ona gitmesini söyledi. Fırsatı kaçıran Yunus o himmete kavuşmak için tam kırk yıl Taptuk Emre dergâhında hizmet etti. İşte Yunus'u asırlardır gönül Sultanı yapan bu himmettir.
Yunus o günün koşullarında Anadolu, Azerbaycan, Suriye, İran bölgelerinde dolaşır. Bir taraftan seyahat ederken diğer taraftan insanlara hikmetli şiirleriyle yol gösterir. öyle ki bu seyahat aynı zamanda dolaştığı iklimlere Ehl-i Beyt'in nefesini taşımak ve gönüllerine İslam'ın tohumunu ekmek içindir.

“Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm”. Sözü onun ne kadar umman olduğunu gösterir.

Taptuk'un kapısından kemale ulaşamadığı için ayrılan Yunus'un yolu bir mağaraya düşer. Mağarada iki dervişle birliktedir. Hakkı arayan insanlar dua ederler, önlerine yemek gelir. Sıra Yunusa gelmiştir. Yunus onların dua ettikleri eren hürmetine duada bulunur. Meğer hürmetine dua edilen Taptuk'un kapısında ki Yunus imiş... Yunusun içindeki ateş sönmemiş ve geri dönmüştür. Eşikte, Taptuk hangi Yunus diye sorar. Yunus bağışlanma diler. Yunusun hayatı ve çektiği çileler hep Allah'a ulaşmak içindir. Şiirlerinde sözde Türkçeyi özde gönül dilini kullanmıştır.

Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş'ın hocasıdır. İnsanın yetiştirilmesinde yürümesi gereken yolu ve terbiye metodunu kurumsallaştıran büyük bir hak dostudur Hoca Ahmet Yesevi. Kulun kemal sahibi olmasında, Allah'a vuslatında bir terbiye sisteminden geçmesi gerekir. Bu konuda Hoca Ahmet Yesevi fakr-name adlı eserinde Hz. Ali efendimizden 40 makamı şöyle nakleder:

“Şerî'at'ın Makamları:
Hak Ta'ala'nın varlığına birliğine, sıfatlarına ve zatına iman getirmek;
Namaz kılmak, Oruç tutmak, Zekât vermek, Hac farizasını yerine getirmek, Yumuşak konuşmak, İlim öğrenmek.
Hazret-i Resûl-i Ekrem'in (S.A.V.) sünnetlerini yerine getirmek, şeri'at bakımından yapılması gerekli şeyleri yerine getirmek, Şeri'atın yasakladığı şeylerden kaçınmak.

Tarîkât Makamları: Tevbe etmek, Pîre el uzatmak, korku, Tanrı'nın rahmetinden ümitli olmak (havfu recâ) vird-i evrati yerine getirmek, Pîrin hizmetinde olmak, Pîrin izni ile konuşmak, nasihat dinlemek tecrid olmak, tefrif olmak.
Ma'rifet Makamları: Fena olmak, dervişliği kabul etmek, her işe tahammül etmek, helâl ve güzel istekte bulunmak, Ma'rifet kılmak, şeriat ve tarikatı ayakta tutmak, dünya bağlarından sıyrılmak, ahireti seçmek, varlık makamını bilmek, hakikat sırlarını bilmek.

Hakîkât Makamları: Alçak gönüllülük, iyiyi kötüyü tanımak, bir parça lokmaya el uzatmamak, lokmasını Hak yolunda sebil etmek, kimseyi incitmemek, fakirliği inkâr etmemek, seyr-i sülûk kılmak, herkesten sırrını saklamak, şerîat, tarîkât, ma'rifet ve hakîkât makamını bilmek ve buna göre amel etmek.”

İşte bu tespitler Türk - İslam tasavvufunun temelini oluşturmaktadır.

Hacı Bektaş ı veliye geldiğimizde hünkârın, Makalat kitabında "dört kapı kırk makam" anlatılmaktadır. Toplum olarak sıkça söylediğimiz Yunus'un şiirlerinde de dört kapı kırk makam ifade edilmektedir.

“Şerîat tarîkât yoldur varana
Hakîkât ma'rifet andan içerü”

Yunus'un bu manada birçok şiiri vardır. Bunlardan bir tanesini burada takdim etmek istiyorum:
Yunus Emre aşağıdaki manzumesinde dört kapıyı değerlendirir ve bu makamların "yüzaltmış menzil"i olduğunu söyler:

Evvel kapu şeri'at emr ü nehyi bildürür
Yuya günahlarunı her bir Kur'an hecesi
İkincisi tarîkât kulluga bil bağlaya
Yolı togrı varanı yarlıgaya hocası
üçüncisü ma'rifet can gönül gözin açar
Bak ma'na sarayına "Arza değin yücesi
Dördüncisü hakîkât ere eksük bakmaya
Bayram ola gündüzi kadir ola gicesi
Bu şeri'at güç olur tarîkât yokuş olur
Ma'rifet sarplık durur hakîkâtdur yücesi
Dervişün dört yanında dört ulu kapu gerek
Kancaru bakarısa gündüz ola gicesi
Dört Hâl içinde derviş gerek siyâset çeke
Menzile irmez kalur yol eri yuvacası
Dört kapudur kırk makam yüz almış menzili var
Ana irene açılur vilâyet derecesi
Bakıldığında Hacı Bektaş-ı Velinin Taptuk Emre'nin ve Yunus Emre'nin söylediklerinin biri diğeriyle örtüşmektedir. Biz bu silsilede Selçukluyu görüyoruz, Osmanlıyı görüyoruz.
İslam'ı mı anlamak istiyoruz; işte burada.
Türk'ü mü tanımak istiyoruz; işte o da burada.

Bu söylenen ve yaşananlar Anadolu'ya hayat veren kimliğimizin, gelenek ve göreneklerimizin, bedii zevklerimizin kaynağı değil midir?

Gel görelim ki biz bu değerlerden uzak kalmışız. Hatta bize bu değerler uzak ve batıl olarak gösterilmiştir.
İşte bugün dost ve düşman kavramını da yerli yerine oturtmak gerekmektedir.

Anadolu'nun İslamlaşması ve Türkleşmesindeki hamurkâr olan bu zatların etkisi hala devam etmektedir. Düşünebiliyor musunuz? Bu zatların maneviyatından beslenen, yolundan giden Alevi ve Sünniler birbirlerine karşılar. Bu mantık ancak cehaletin neticesi olabilir. Bu değerler hepimizindir; bütün Müslümanlara ait değerlerdir.

Aleviliği, Bektaşi fıkralarına indirgenen, mum söndü yalanlarına hapsedilen, haklarında olmadık iftiralar atılan Alevilik ve aleviler ile biz Sünnilerin ortak paydası değil midir, Taptuk Emre ve Yunus Emre.

Bu güne kadar Hacı Bektaş-ı Veli, dikkatlerimizden kaçırılmadı mı? Adeta Hacı Bektaş Veli cezalandırıldı. Hayır, hayır adeta bu millet Hacı Bektaş-ı Veliden kopartılmaya çalışıldı. Bütün bu oyunların sebebini hünkârın hayatını, mücadelesini öğrenince anlamış oluyoruz.

Demek esas olan bu milleti köklerinden koparmak, milletin önderlerini devre dışı bırakmak. Şunu açıkça itiraf etmek durumundayız. Hacı Bektaş-ı Veli olmasaydı, Anadolu'da bir Türk İslam medeniyeti de olmayacaktı, siz de olmayacaktınız, biz de olmayacaktık. İşte bu gün yapılmak istenen bu bölücülüğün sebebi geçmişten intikam almak içindir.

Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi, Ehl-i Beyt'i sevenleri sevme ve Ehl-i Beyt'i sevmeyenleri sevmeme Alevîliğin temel esaslarındandır. Biz Sünniler de Hz. Ali'yi seviyoruz, Ehl-i Beyt'i sevenleri seviyor, Ehl-i Beyt'i sevmeyenleri yeriyoruz. Neden mi çünkü kuran da Allah böyle buyuruyor, peygamberimiz hadiste böyle buyuruyor da ondan. Görüldüğü gibi Hoca Ahmet Yesevi olsun, Hacı Bektaş olsun, Taptuk Emre olsun, Yunus Emre olsun Anadolu'nun malıdır. Alevilerin ve Sünnilerin de ortak paydasıdır.

Alevilik ve Sünnilik birbirinin karşılığı değildir. Suni bir ayrımdır. Alevilik köken olarak Hz. Ali efendimizi sevmektir. Zaten Ehl-i Beyt'i sevmek imanımızın gereğidir. Oynanan oyunların büyüklüğüne bakın ki zenginliğimiz olması gereken öz değerlerimiz bir ayrılık sebebi olarak gösterilmiştir. AB ilerleme raporlarında Alevilik ayrı bir inanç grubu olarak belirtilmektedir. Türkiye'deki azınlık gruplarından bir grup olarak gösterilmesi ülkemizin ulus devlet yapısını bozmak önce federasyon arkasından bölmek ve parçalamak içindir. Bütün bu yapılanlar milletin kimyasını bozmak içindir. Sosyal dokunun iyi anlaşılması ve temel dinamiklerimize önem verilmelidir. Ancak o zaman varlığımızı koruyabiliriz.

Son dönemde ortaya atılan “Ali'siz Alevilik” bir nifak projesidir. Aleviliği köklerinden koparmak için tezgâhlanmıştır. Bu yaklaşım olsa olsa Avrupa birliğinin ülkemiz üzerinde ki yıkım projelerinin alt yapısını oluşturmak içindir. Dikkat edecek olursak etnik ayrımcılığın ve din dışılığın propagandasını yapmak için de aleviler kullanılmak istenmektedir. Bu oyun, dinlerarası diyalog projesinin bir benzeridir. Vatikan projesi olan Peygamberimiz Hz. Muhammed 'siz bir İslam anlayışı olan dinlerarası diyalog neyse Hz. Ali'nin yok kabul edildiği Ali'siz Alevilik de odur. Sonuçta ne İslam kalır, ne Kur'an kalır; ne Sünnilik kalır ne de Alevilik kalır. Bu canı çıkmış bir insana da teşbih edilebilir. Sonuç cansız bir ceset hükmündedir. Ali'siz Alevilik iddiasında bulunanlar Aleviliği müsteşriklerin bakış açısıyla ele almaktadırlar. Kaynak olarak Kuran-ı Kerim, Hadis- i Şerifler ve 12 imamın hayatı ve sözleri yok sayılmakta; müsteşriklerin sözlerinden hareket edilmektedir. Hz. Ali'nin şahsında Ehl-i Beyt inancı ve bağlılığı ortadan kaldırılmak istenmektedir. Yani Müslümanları paramparça etmek, bütün kutsallarını ellerinden almak ve onları parçalamak ve yutmak. Bu yaklaşımlar baştankara anlayışla menfur emellerin gerçekleştirme girişimleridir.

İstismarın boyutuna bakın “Allah bir Muhammed Ali”ye bağlılığı hayat felsefesi haline getiren insanlar bugün etnik ayrımcılık yapabilmekte, Alevilik adına bazı bölücü çevrelerle beraber görülmektedir.

Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın ifade ettiği gibi müsteşrikler alevi inancı içine sızarak bir takım yanlış algılar oluşturmuşlardır. Alevilik kavramı ve mensupları içinde ayrılıklar oluşturulmaya çalışılmaktadır. Aynı güçler Sünniler üzerinde de oyunlar oynamaktadır. Gayeleri Türk İslam mozaiğini parçalamaktır. O halde bugünler yeniden bir ve beraber olmamız gereken günler olmalıdır. İşte bu anlamda Prof. Dr. Haydar Baş beyin kaleme aldığı Ehl-i Beyt külliyatı çok önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Ehl-i Beyt ve Sünni kaynaklardan istifade ile kaleme alınan bu eserler konunun temeline inmekte öteden beri Müslümanlar üzerinde oynanan oyunları da ortaya çıkartmaktadır. Bir tarihin aydınlatılması ve günümüze taşınması demek olan bu eserler Hz. Peygamber efendimizden başlayıp İmam Ali Hz. Fatıma ve diğer imamların hayatını en ince detayına kadar büyük bir basiretle ele almaktadır. Ehl-i Beyt'in hayatı elbette ki Kuran-ı Kerimde ve Hadisi Şeriflerde ifade edilen İslam'dır.
Bugün İslam coğrafyasında yangın vardır. Batılı emperyalist güçler bütün İslam ülkeleri üzerinde işgal projelerini gerçekleştiriyorlar. En büyük taktikleri de böl parçala yut taktiğidir. Dün Anadolu'da Hacı Bektaş, Taptuk Emre, Yunus Emre ve diğer Ehl-i Beyt nefesiyle birlik ve beraberliği husule getirmişse bugün de aynı nefese ihtiyaç vardır.

Günümüzde AKP hükümet tarafından açılım adı altında etnik gruplar tanınmakta onlara etnisitiye dönük ayrıcalıklar tanınmaktadır. Bu yaklaşımlar ile millet bütünlüğü parçalanmaktadır. Yer altı ve yer üstü zenginliklerimiz üzerinde gözleri olanlar milletimizi bölmek ve parçalamak isteyenlerin de gayesi budur. Türklük etnik bir yapıdan ziyade bir medeniyet demektir. Osmanlı'nın inkırazı döneminde her ne kadar etnik ayrımcılık devreye sokulmak istenmişse de merhum Mustafa Kemal Atatürk'ün ulus devlet ilkesi ile milletin içindeki bu etnik grupların birliğini temin etmiştir. Lozan da millet tabiri ile Müslüman olanlar tanımlanmış, Müslüman olmayan unsurlar azınlık olarak tanımlanmıştır. Sayın Prof. Dr. Haydar Baş bu konuda ki şu tespitleri şudur. “Atatürk, ne mutlu Türk doğdum diyene, demiyor. Türk'üm diyene, diyor. Yani ne olursan ol bu sözü söyledin mi o dini yaşıyorsun, o maneviyatı yaşıyorsun, o tarihi, kültürü ve siyaseti yaşıyorsun. Bu şekilde bir medeniyet oluşturuyorsun. O bakımdan batı dünyasına gittiğinizde İslam'la yani ümmetle Türk kelimesi eş anlamlıdır.” Bugün de yapılması gereken Türk toplumunun birlik ve beraberliği için kendi inancını tavizsiz yaşayabilmesi ve her inanç sahibini de olduğu gibi kabul etmesi gerektiğinin altını çizmektedir.

Hacı Bektaş'ın, Taptuk Emre'nin, Yunus Emre'nin hayatına ve verdiği mesajlarına bakalım. Kendi yaşadıkları zaman diliminde ki sosyal çalkantılar, ekonomik bunalım, kendi koşullarında anarşi ve teröre karşı nasıl mücadele ettiklerine bakalım. Anadolu Selçuklu devletinin yıkılma dönemidir. Anadolu'da birçok inanç grupları ve etnik unsurlar vardır. öncelikle herkesi olduğu gibi kabul etme, akabinde Ehl-i Beyt'in nefesi ile İslam'ın güzelliklerini sergilemişlerdir. Belli bir süre sonra bu grupların İslamlaştığını ve Türkleştiğini görüyoruz.

İşte Hristiyan batı dünyasında Müslüman olan kişinin etnik kökeni ne olursa olsun ona Türk denme sebebi de budur. Yani o Müslüman olmuş anlamındadır.

Bugün Anadolu Selçuklu devletinin son döneminin koşullarının yeniden yaşamaktayız.

Bizi biz yapan değerleri yeniden keşfetmek zorundayız. Biz bu çalışmada geç kalırsak başkaları elimizde ki hayat kaynaklarımızı elimizden alacaktır. Nitekim yaşananlar bunları ispat etmektedir.

ülkemizde yaşanan Alevi - Sünni çatışmaları bir cemaat çatışması bir inanç çatışması değildir. Toplumun sosyal dokusunu bozmak için tezgâhlanmış global çapta olaylardır. Bir Sünni niçin Alevi'ye karşıdır veya bir Alevi niçin bir Sünni'ye karşıdır. Bunun akıl vicdan ve din çerçevesinde izahı yoktur. İşte bu suni ayrımların önüne geçmek için araştırma, inceleme ve kaynaklara inme zarureti vardır. Bu anlamda sayın Prof. Dr. Haydar Baş hocamız tarihi bir misyonu yerine getirmektedir. 12 imamın hayatının konu edinen Ehl-i Beyt külliyatı ve bugün burada 4. sünü idrak ettiğimizi Ehl-i Beyt sempozyumları karanlığı aydınlatan geçmişle bugün arasında birlik ve barış köprüleri kuran tarihi organizasyonlardır.

Bizim burada yapmak istediğimiz Aleviliğin ve Sünniliğin birinin öne çıkması değildir. Doğrunun ortaya konmanın bir hakkın iadesidir.

Bugün güneşin yeniden doğduğu gündür. Güneş doğunca karanlık kaybolacaktır. İşte güneş bu silsiledir. Ve güneşin önündeki bulutları dağıtan Prof. Dr. Haydar Baş'tır.

Son sözümüz Yunus Emre'den olsun: Bilmeyen ne bilir bizi bilenlere selam olsun.