Batının Oryantalist Bakışına Karşı Milli Ekonomi Modeli

Batının Oryantalist Bakışına Karşı Milli Ekonomi Modeli

Batı bize oryantalist bir bakış açısıyla bakıyor. İngiltere olsun, Fransa, Amerika olsun fark etmiyor. Kendilerini egemen güç, Türkiye'nin de içinde olduğu doğu devletlerini ise yönlendirilen güç olarak kabul ediyorlar. Bunu yaparken de ekonomimizi analiz ediyor, cari açığımıza, kimlerle ithalat ve ihracat yaptığımıza bakıyorlar.

1500’lü yıllardan, Lozan Antlaşmasına kadar uygulanan kapitülasyonlarla ülkemizin ekonomik, siyasi ve sosyal gelişimi engellenmiş ve adeta sömürge haline getirilmişti. Lozan Antlaşması ile bu antlaşmalar kaldırılmış, mali, adli ve idari olarak Türkiye'nin uluslararası alanda bağımsız bir devlet olarak tanınması sağlanmıştır. 

Fakat acı olan şu ki, Atatürk'ün hakka yürümesinden sonra bağımsızlık adına mali, adli ve idari alanda taş üstüne taş konulmamıştır. Değişik kuruluşlar üzerinden batıya teslimiyet gündeme gelmiştir. Batının oryantalist bakışı yeniden hortlamıştır. Bakınız, Mustafa Kemal Atatürk döneminde bütçe cari fazla veriyor ve Türk lirası batının parasından daha değerlidir. Sonraki yıllarda ise hızla Türkiye ekonomisinin açık vermeye başladığını, Türk lirasının batılı para birimleri karşısında değer kaybettiğini görüyoruz. 

Böyle bir ülke nasıl bağımsızlık iddiasında bulunabilir? Empati yapalım: her ev bütçesinde girdiler ve çıktılar vardır. Çoluk çocuğun masrafı, ev kirası, diğer harcamalar var. Eve giren paradan daha çok harcama varsa bu ailede huzur kalmaz, bu ailede moral bozulur. Bu arada sağda soldan borç almanın hesabı içerisinde borç alarak buyruk altına girmeye başlanır. Ülkeler de bunun gibidir. 

Bağımsız bir devletin ekonomik problemlerini çözmesi şarttır, çözmek zorundadır. Bizim ülkemiz aslında mali problemlerin çok rahat çözülebileceği bir ülkedir. Çünkü bizim coğrafyamız, yeraltı zenginliklerimiz, yer üstü güzelliklerimiz var. Bizim madem varlıklarımız, jeopolitik olarak boğazlarımız, toprağımız, suyumuz, güneşimiz, dünyanın başka hiçbir ülkesinde olmayan zenginliklerimiz vardır. 

Buğdayın anavatanı Güneydoğu Anadolu bölgemizdir. Buna rağmen biz dışarıdan buğday, arpa hatta saman ithal eder hale geldik. Bu durum yöneticilere ayıp olarak yeter artar bile. Savaş halindeki Ukrayna’dan bile buğday ithal ediliyor. Geçen gün tarım kesimindeki bir grup ile sohbette gündem oldu. Dedikleri şunlar: Gerek tarım gerekse hayvancılık maliyetleri karşılayamıyor. Ayrıca tohum deseniz ciddi bir problem, ata tohumunu kullanamıyoruz. Var olan hibrit tohumu kullandığınız takdirde bu da bir kere ediyorsun, ikinci bekleyen müsaade etmiyor. Seracılık el yordamıyla yapılıyor o da teknolojiden istifade edilemiyor, enerji problemleri var, ulaşım problemleri var derken maliyetler gittikçe artıyor. Çünkü artık maliyet çok yüksek ürünler değerine satılamıyor. Netice olarak hayvan yetiştiriciliğinden de vazgeçiliyor.

Üreticiye kulak verdiğimiz zaman daha çok maliyete etki eden kalemler konusunda talepleri var. Oysa tarım politikasında Haydar Baş hocamız hatırımıza gelen ve gelmeyen birçok çözümü dile getiriyor bir de bunun yanında öyle bir uygulamadan bahsediyor ki, bunu duyanlar ben de toprağıma tarlama dönüp tarım yapmak istiyorum deme noktasına geliyor. “Tarım kesimine 5 yıl boyunca gübre, su, enerji bedava verilecektir. Tekrar ediyorum, tohum, gübre, petrol ve de su bedava verilecektir” 

Ez cümle sadece tarım politikasıyla, biz devlet ve millet olarak ayağa kalkarız. Bakın diğerlerine girmiyorum. Batının oryantalist yaklaşımına karşı bu milleti efendi yapacak her türlü çözüm Milli Ekonomi Modelinde vardır.  Atatürk Lozan’da kapitülasyonları kaldırdı ama sonraki hükümetlerinin uygulamaları ile maalesef kapitülasyonlara geri dönülüyor. Avrupa Birliği, Dünya Bankası adı altında bilmem hangi örgüt adı altında ülkemiz yeniden adı konmamış, kapitülasyonlara mahkûm ediliyor. 

Ülkemizin bir yol ayrımında olduğunu hiç unutmayalım.