Bölünme Sürecindeki Türkiye’nin Tarihi ve Sosyolojik Açıdan Değerlendirilmesi

Bölünme Sürecindeki Türkiye’nin Tarihi ve Sosyolojik Açıdan Değerlendirilmesi

Bölünme Sürecindeki Türkiye’nin Tarihi ve Sosyolojik Açıdan Değerlendirilmesi

Binlerce yıllık bir milletin sonbahar yaşaması tesadüf değildir. Üç kıtada at koşturmuş, dünyada adaletin teminatı olan bir millet nasıl böyle bir sona doğru yelken açmış bunun mutlaka irdelenmesi gerekir. Bu öteden beri zihnimi meşgul eden bir sorudur.

Üstadım Prof. Dr. Haydar Baş beyin Ehl-i Beyt hakkında yazdığı eserler ve uluslararası Ehl-i Beyt sempozyumlarında yaptığı açıklamalar ilk defa duyduğumuz duydukça irkildiğimiz gerçeklerdi. O Anadolu’nun Türkleşmesini tarihte benzeri yaşanmamış tarihi bir devrim olarak anlatıyor. Değişik etnik grupların Türkleşme sürecini izah ediyor. Günümüze gelindiğinde ise Müslüman olarak Türkleşen milletimizin elinden inançları alınmaya çalışılarak millet gerçeğinden koparıldığımızı ulus devlet karakterimizin elimizden alındığını izah ediyor. Sorunları tespit etmek çözüm yolunda atılan en büyük adımdır. Ümit ediyorum ki, bu tarihi sürece vatan ve millet sevdalıları gereken hassasiyeti göstereceklerdir. Alevi Sünni birliğinde, asker sivil kaynaşmasında, terörün bitmesinde tek bilek tek yürek olarak yeniden Bağımsız Türkiye inşasında bu tarihi bir fırsattır.

Anadolu’nun Müslüman ve Türk Oluşu

Anadolu’nun Türkleşmesi tarihçilerin gündeminde sürekli bir merak konusudur.  Özellikle yabancı tarihçiler bu konuda sürekli bir arayış içindedir. Prof. Dr. Haydar Baş, Anadolu’nun Türkleşmesini dünyada eşi benzeri olmayan bir sosyolojik devrim olarak ifade eder. Türk tarihinin anlaşılması ve geleceğin inşa edilmesinde bu sırrın anlaşılması gerekmektedir. Bu sürecin anlaşılması milletin ve devletin bekası için önem arz etmektedir.

Pir Ahmet Yesevi hazretlerinin Anadolu’ya gönderdiği dervişan grup Anadolu insanı için yeni kapılar açar. Bunların içinde başlıcası Hünkar Hacı Bektaşı Veli, Abdal Musa Sultan ve arkadaşlarıdır. Ehl-i Beyt neslinden olan bu ulu zatlar Anadolu’ya yeni bir medeniyet anlayışı getirirler. İslam’la şereflenen insanlar etnik yapısı ne olursa olsun, Hacı Bektaş-ı Veli gibi Abdal Musa Sultan gibi Türk olurlar. Türklük bir kafatasçılık değildir, artık bir medeniyetin adı olmuştur, bir kültürün, hayat tarzının, siyasetin adı olmuştur Türklük.

Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında Anadolu’da birçok farklı etnik grup değişik inanç grupları vardır. Bütün bu insanlar bu kutlu insanlar eliyle İslam’la tanışır ve Müslüman olurlar. Belirgin vasıfları askeri mücadele olan ‘Gaziyani Rumlar’, mesleklerini en iyi şekilde icra ederek milli ve manevi mesaj veren ‘Ahiyanı Rumlar’, özellikle dağlık kesimlere ve ıssız mekânlara yerleşerek orada bir sosyal hayatı şekillendiren, insanları manen irşat ederek fütuhat gerçekleştiren ‘Abdalani Rumlar’ ve bütün bu çalışmalara destek veren hanımlardan teşekkül eden ‘Bacıyani Rumlar’ bu alperenler eliyle, Ehl-i Beytin nefesiyle teşkilatlanır.  İşte bu teşkilatlanma neticesinde Osmanlı devletinin kuruluşu ve cihan devleti olmasının da kapılarını açılır. Türk dervişleri, ordulardan önce fütuhata çıkılıyor ve askeri müdahaleden önce fetih gerçekleşmiş oluyordu.

Anadolu’nun İslam’dan ve Türklükten Uzaklaştırılması

Bugün Prof. Dr. Haydar Baş hocamız, ülkenin içine düştüğü bu kötü durumu yıllar öncesinden haber vermiştir. “İnsanımızın imanını çalacaklar, imanını kaybeden kişiye ’sen İslamlaşarak Türkleştirildin, hâlbuki sen Türk değilsin; Rumsun, Ermenisin, Keldanisin, Süryanisin’ diyecekler” demişti. Maalesef bu süreç ülkemizde epey mesafe kat etmiştir. Yine üstadın himayesinde 1998 yılında düzenlenen "Dini Bütünlüğümüz Milli Bütünlüğümüzün Teminatıdır" sempozyumunda dini bütünlük olmadan milli bütünlüğün olamayacağının altını çizmişlerdi.

Öncelikle Müslümanın tanımını tam yapmamız gerekir. Müslümanlık, Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in  Allah’ın resulü olduğuna iman etmeği gerektirir. Bakınız ayet-i kerimelerle  sabit olduğu üzere, Yahudi ve Hristiyanlar, Allah’a oğul isnat ederek şirke ve küfre düşmüşlerdir. Bugün, İbrahim’i dinler adı altında kamuoyuna servis yapılsa da, Hristiyanlık ve Yahudilik tevhid inancını ve İbrâhimî olma özelliklerini kaybetmiştir.  Kuran-ı Kerim’de son din olan İslam’dan başka hak din olmadığı ve başka bir din arayışının Allah tarafından asla kabul edilmeyeceği beyan edilir. Yetmez, ardından ikazlar gelir. Bu kişiler dünyada da ahirette de büyük zararlara uğrayacaklardır.

Dinlerarası Diyalogun Maksadı Neydi? 

Dünyada ortaya çıkan büyük zararlardan bir tanesi, dinlerarası diyalog çalışmaları ile ülkemizin çözülmeye doğru süratle gitmesidir. Çözülme sürecine giden yol haritası, dinler arası diyalog projesidir. Maalesef bu konuda ciddi mesafe yol aldıklarını görüyoruz. Dinlerarası diyalog ve medeniyetler buluşması AKP hükümeti tarafından devlet politikası haline getirilmiştir. Hatta milli eğitimin kitaplarında, milletin dini İslam ile hükmü kalkmış ve tahrip olmuş Hristiyanlık ve Yahudilik bir tutulmaya çalışılmıştır. İslam inancı zayıflayanlar değişik etnik gruplara dâhil olduklarını; İslamlaştırılarak Türk olduklarını asimile edildiklerini ifade etmeye başladılar.  Günümüzde sanki bir bağ bozumu yaşanıyor. Ortalık toz duman, göz gözü görmüyor. Batılılar Türklerin soykırım yaptıklarını ifade ediyorlar. Soykırımdan kast ettikleri etnik unsurların Müslüman olması ve Türkleşmesidir.

Milletin Bütünlüğüne Ve Devlete Kastedenler Acaba Gizli Din Taşıyanlar Mıdır?

Bu konuda yazılmış eserler ve çevrilmiş sinema filmleri, TV dizileri mevcuttur. Yunan yazar Yorgo Andreadis’in Gizli Din Taşıyanlar kitabını bu konuda örnek olarak gösterilebiliriz.  Anlatılanlar Karadeniz bölgesinde yaşanır. Doğu Karadeniz bölgesinde yaşayan bazı Rum köylüleri 1650’lerde toplumda yer edinebilmek ve imtiyaz elde etmek için Müslüman görünürler. Ancak bu kesimler Hristiyanlık inancının gereklerini de yerine getirirler. Bunlar gizlice vaftiz olurlar, sadece birbirleriyle evleniyor, ölülerini Müslüman mezarlığına Hıristiyan usulüne göre defnederler. O günün koşullarında her köyde câmi yoktur. Bu durum gizli din taşıyanların işine de gelir. Cami olan yerlerde ev ahalisi nöbetleşe camiye giderler. Ramazan aylarında perhiz tutarlar, hatta bazı imamlar bizzat gizli papazdır. Evlerinin altında gizli ibadet yerleri şapelleri vardır. Dönem dönem gizli olan bu gerçekler aşikâr olur. Özellikle Osmanlı devletinin zayıfladığı dönemlerde işgal yıllarında mızrak çuvala sığmayacaktır. Bazıları gizlenmeye devam etse de bazıları kendini açığa vurmuşlardır.

Bizans’ın son dönemlerinde bölgedeki diğer topluluklarla karışarak Rum adını alan Ortodoks kitle,  30 Ocak 1923’te imzalanan mübadele sözleşmesiyle Yunanistan’a göç ederler. Ancak dinlerini gizleyenler ve göç etmeyen gayrimüslimler elbette vardır, var olacaktır. Meselenin can alıcı noktalarından bir tanesi, bu kişilerin birbirini çok iyi tanımaları ve kadrolaşma içinde olduklarıdır. 

Burada şu temel soruyu sormanın zamanı gelmiştir, milletin bütünlüğüne ve devlete kastedenler acaba gizli din taşıyanlar mıdır?