NATO’nun oltasındaki yemler

NATO’nun oltasındaki yemler

Geçtiğimiz günlerde NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’ninTürkiye’ye gerçekleştirdiği ziyaret ve Cumhurbaşkanı ile yaptığı görüşmeler bu bağlamda oldukça önemlidir. Görüşmelerde Ukrayna-Rusya savaşı, Filistin’deki katliamlar ve terörle mücadele gibi kritik meseleler gündeme gelmiştir. Ukrayna-Rusya savaşı, son yıllarda dünya siyasetinin odak noktası haline geldi. Bu savaşın temelinde, Batı’nın Ukrayna üzerinden Rusya’yı çevreleme politikası yatmaktadır. NATO’nun ve Batı’nın doğuya doğru ilerleme girişimlerine Rusya tepki göstermiş, Ukrayna’nın Batı ile kurduğu yakın ittifak Rusya’yı daha da rahatsız etmiştir. Rusya, bu durumu bir tehdit olarak algılamış ve uyarılarını dikkate aldırmaya çalışmıştır. Ancak bu uyarılara rağmen, Ukrayna’nın NATO ve Batı ile iş birliğini sürdürmesi savaşı tetiklemiştir. Bugün gelinen noktada, Ukrayna yalnızca kendi gücüyle savaşmamakta, Batı’nın desteğiyle hareket etmektedir. ABD ve Avrupa, Ukrayna’ya silah ve mühimmat sağlamanın yanı sıra, farklı ülkelerden paralı askerlerin de bölgeye gelmesini teşvik etmektedir. Aynı şekilde Rusya da Kuzey Kore gibi müttefiklerinden destek alarak savaşın boyutunu genişletmektedir. Bu çatışma, yalnızca iki ülke arasındaki bir savaş değil, dünya genelindeki büyük güçlerin bir hesaplaşması olarak görülmektedir. Her iki tarafın artan müdahaleleri ve küresel çapta destek arayışları, yeni bir dünya savaşı ihtimalini ciddi bir şekilde gündeme getirmektedir. 
Gazze’de yaşanan insanlık dramı, tarih boyunca eşine az rastlanır bir zulmün göstergesidir. İsrail'in saldırıları sonucunda bugüne kadar 44.235 kişi hayatını kaybetmiş, 104.638 kişi yaralanmıştır. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar; bu zulümden kimse kurtulamamıştır. Bu rakamlar, sadece sayılar değil, aynı zamanda Filistin halkının çektiği acıların, kaybedilen hayatların ve yok olan bir neslin hikâyesidir. Bu noktada, uluslararası arenada yapılan açıklamaların ne kadar samimi olduğu sorgulanmalıdır. NATO Genel Sekreteri’nin "Filistin’deki katliamları sonlandırmalıyız" açıklaması, kamuoyunun gazını almak ve algıyı yönetmekten başka bir amaca hizmet etmemektedir. Filistin halkına yönelik soykırım ve yıkım politikalarının başladığı nokta, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmesi ve büyükelçiliği Kudüs’e taşımasıdır. Bu karar, bölgede zaten gergin olan ortamı daha da kaosa sürüklemiştir.
Diğer bir gündem maddesi ise terörle mücadeledir. Ancak bu konuda da Batı’nın çelişkili tutumları gözden kaçmamaktadır. PKK ve PYD gibi terör örgütlerine yıllardır finansal destek sağlayan, silah ve mühimmat gönderen aynı ülkeler, terörle mücadele çağrıları yapmaktadır. Bu çifte standart, yalnızca bölgedeki güvenlik sorunlarını derinleştirmekte, terörü besleyen bir döngü yaratmaktadır. 
Dünya yeniden şekillenirken, dikkatli ve sağduyulu bir dış politika izlemek, gelecekte yaşanabilecek krizlerin etkilerini en aza indirmek açısından kritik olacaktır. Bu tür ziyaretler ve görüşmeler, yaklaşan küresel krizlerin işareti olabilir. Türkiye’nin bu süreçte tarihsel tecrübesi ve diplomatik stratejileriyle hareket etmesi büyük önem taşımaktadır. Türkiye’nin bu noktada net bir duruş sergilemesi gerekmektedir. Ancak bu, iç cephede ayrıştırıcı bir dil ve politikayla değil, birleştirici bir anlayışla yapılmalıdır. Terörü sona erdirmek, yalnızca askeri operasyonlarla değil, sosyal adalet ve ekonomik kalkınmayla mümkündür. Prof. Dr. Haydar Baş’ın "Dağdaki PKK’lıyı bir evladım gibi görürüm, ağlarım, dua ederim, bu beladan kurtulsun diye." sözleri, bu konuda önemli bir yol haritası sunmaktadır.