Trump, Netanyahu ve Türkiye: Bölgedeki Yeni Denge

Trump, Netanyahu ve Türkiye: Bölgedeki Yeni Denge

1991 yılında gerçekleşen Birinci Körfez Savaşı kapsamında, ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin Irak’a yönelik gerçekleştirdiği askerî harekât sırasında Prof. Dr. Haydar Baş hocamız, bu savaşın sadece Irak’a yönelik bir operasyon olmadığını, esas hedefin Türkiye olduğunu belirtmiştir. Bölgeye dair hocamızın bir diğer tespiti ise, Amerika’nın hedefinin Sünni dünyanın lideri Türkiye ile Şii dünyanın lideri İran arasında bir çatışma çıkarmak istemesidir.
ABD destekli İsrail, bölgede arzu ettiği ideallere ulaşmak için her türlü yola başvurmaktadır. Amerika ise geçmişte yaşadıklarından hareketle bizzat kendisi değil de vekalet savaşçılarını tercih etmektedir. 
Gelin hep birlikte Suriye ekseninde gelişen olayları inceleyelim. Bölgedeki yerli halkın kendi aralarındaki çatışmalar birbirini takip etti, ancak sonuçta kim kazandı? Sonuçta kazanan İsrail oldu. Bir askerinin burnu bile kanamadan Suriye’de toprak sahibi olmuş ve giderek etkisini artırmaktadır. 
Suriye'de Türkiye ile karşı karşıya gelme riski taşıyan İsrail Başbakanı Netanyahu, Trump ile görüşmek için Amerika'ya gitti. Netanyahu’nun Trump ile yaptığı görüşmede esas olarak üç konu öne çıkmıştır: 1) İran, 2) Suriye, 3) Türkiye. Diğer konular ise kamuoyunu yanıltmak için ortaya atılan, dikkat dağıtıcı unsurlardır. Gelişmeleri okuduğumuzda görüşme içeriği şu şekildedir. “Türkiye, Suriye’de benim karşımdadır ve benim önüme engel olabilir. Bu duruma bir çözüm bulmalısınız. Ayrıca, İran hâlâ benim için bir tehdit. Suriye’nin kuzeyinde, Alevi ve Şii kesimlerinin hâlâ İsrail’e karşı güç oluşturduğunu görüyoruz. Bu tehdidi bir an önce ortadan kaldırmalısınız, çünkü İsrail olarak hedeflerimize ulaşmak istiyoruz.”  Netanyahu, İsrail’in hedeflerine ulaşmak için büyük bir diplomatik baskı uygulamaktadır.
Trump, Netanyahu’nun ziyaretinin ardından yaptığı açıklamalarda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “akıllı bir insan” olarak tanımlamıştır. Ancak bu ifadenin bizde birtakım çağrışımlar oluşturduğunu unutmamalıyız. Hatırlarsanız, Trump, 2019 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir mektup yazmıştı. O mektupta, “Akıllı ol” şeklinde bir ifade kullanmıştı. Türk Dışişleri bu ifadeyi kabul etmeyip mektubu iade etmişti. Ancak Trump’ın “akıllı ol” ifadesinin anlamı oldukça nettir. Trump, “Beni dinleyen akıllıdır, dinlemeyen ise ne olacağını bilir” demek istemektedir. Bu, bir tehdit içeriyor; çünkü Trump, kendi çıkarlarına karşı çıkanların akıbetini de göstermektedir.
Trump, aynı zamanda rahip Andrew Brunson meselesine de değindi. Peki burada ne mesaj vermek istedi. Hatırlarsanız Trump 2018 yılında tutuklanan Brunson’ın serbest bırakılmasını istemişti. Brunson, PKK ve FETÖ bağlantıları nedeniyle suçlanıyordu ve uzun süre Türkiye’de cezaevinde kalmıştı. Trump, bu konuda Türkiye’ye ekonomik baskı yaparak Türk lirasının dolar karşısında %25 değer kaybetmesine neden olmuştu. Bu gelişme, Türkiye’nin ekonomik olarak toparlanamamasına yol açtı. 
Trump, açıklamalarıyla Türkiye’ye “Suriye’de İsrail’e karşı gelme” mesajı vermek istemektedir. Görüşmenin hemen ardından Azerbaycan'da Türk ve İsrailli yetkililer, Suriye'de çatışmasızlık mekanizması kurulması için ilk görüşmeye başlaması da manidardır. Burada İsrail'in amacı Arz-u Mevud hedefine yürürken Türkiye'yi önünde engel olarak görmek istememesidir. Başka bir ifade ile şimdilik kaydıyla Türkiye ile çatışmak istememesidir. 
İran gündemi ve Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler de bu görüşmenin önemli parçalarıdır. Prof. Dr. Haydar Baş’ın, “Türkiye ile İran’ı karşı karşıya getirmek istiyorlar” tespiti, günümüzde geçerliliğini korumaktadır. Unutmayalım, Türkiye ile İran arasında bir çatışma çıkarmak için tuzaklar kurulabilir. Amerika ve İsrail, bu tuzakları kurarak Türk milletini büyük bir savaşa sürüklemek isteyebilir. Türk siyasetinin, bürokrasisinin ve halkın bu konuda çok hassas olması gerekmektedir. Aksi takdirde, böyle bir savaş Türkiye için çok büyük kayıplara yol açabilir.

Bu gelişmeleri ve görüşmeleri anlamadan, kelimelere ve cümlelere bakarak yapılan yorumların, algı yönetimi amacını geçmeyeceği açıktır. Meselelerin tarihi kökenlerine inmek, mesajları doğru okumak gerekir. Bu bağlamda, İsrail ve Yahudi devleti konusunda Amerika’nın ve Trump’ın duruşunu net bir şekilde anlamak önemlidir. Hatırlarsanız, ABD tarafından 2017 yılında Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması sürecinde, Donald Trump’ın kritik bir ifadesi olmuştu: “Ben 2000 yıllık hayali gerçekleştirdim.” Bu söz hem tarihi bir boyut taşır hem de siyasi bir meydan okuma anlamı içerir. Kudüs, tarih boyunca birçok istilaya ve yıkıma uğramıştır. M.Ö. 1. yüzyılda ve takip eden yıllarda, Roma İmparatorluğu Kudüs’ü işgal etmiş ve İmparator Hadrian, Kudüs’ü yerle bir ederek adını değiştirmiştir. Yahudilerin Kudüs’e girmesini yasaklamıştır. Bu olay, Yahudi halkının diaspora (sürgün) sürecinin başlangıcı olmuştur. Yahudiler, dünyanın dört bir yanına dağılmalarına rağmen Kudüs, hem dini merkezleri hem de ulusal hayallerinin simgesi olmaya devam etmiştir. Siyonizm hareketi, 19. yüzyılda Yahudi halkının yeniden Kudüs merkezli bir devlet kurma arzusuyla doğmuştur. İsrail Devleti'nin 1948’de kurulmasından sonra, Kudüs başkent ilan edilmiştir, ancak uluslararası toplumun büyük bir kısmı bu statüyü tanımamış ve büyükelçiliklerini Tel Aviv’de tutmuştur. İşte Donald Trump’ın “2000 yıllık hayali gerçekleştirdim” sözü, Yahudilerin uzun zamandır süregelen Kudüs özlemini ifade etmektedir. Bu perspektiften bakarak Trump’ın niyetini ve eylemlerini bir düşünün. Böylesi köklü bir gayesi olan ve ülkemizin toprak bütünlüğünü de tehdit eden bir senaryoyu, milletimize başarı gibi sunan algı ajanlarını, aziz milletimize ihbar ediyorum.

Bir başka önemli gelişme ise, ABD'nin büyükelçi adayı Barrack’ın açıklamasıdır: “Türkiye’yi İran, Rusya ve Çin’e karşı konumlandıracağız.” Bu açıklama, ABD’nin bölgedeki stratejik planlarının ne kadar geniş olduğunu ve Türkiye’ye biçilen pozisyonunun ne kadar kritik olduğunu gözler önüne sermektedir. Barrack’ın bu ifadesi, Türkiye’nin jeopolitik olarak daha fazla baskıya maruz kalacağını ve bu ülkelerle olan ilişkilerinin daha da karmaşıklaşacağını işaret etmektedir. 

Böylesi kritik bir süreci yönetme konusunda iktidarın karnesi maalesef zayıflarla doludur. Krizi yönetmek demek gerçekleri halktan saklamak ve halkın algıları ile oynamak değildir. Yönetim anlayışı böyle devam ettiği müddetçe önümüzde bizleri bekleyen çok zor günlerin olduğunu söylemek kehanet değildir.