Göçmen sorununa tarihi perspektiften bakalım
Kayseri'de bir kız çocuğunun Suriye uyruklu bir şahsın cinsi istismarına uğramasının ardından, yurt içinde ve Suriye'deki Türk askerinin kontrol altında tuttuğu bölgelerde gerilim tırmandı. Manzaralar oldukça korkutucu idi. Olaylar sırasında bazı iş yerleri ateşe verildi, yaralanan polis memurları var. Yurt dışında ise Türk bayrağına saldırı söz konusu oldu. Hadiseyi değerlendirmek için dünden bugüne Ortadoğu politikasını analiz etmemiz gerekir.
Bölgemiz üzerindeki hesaplar yeni değil. Bu konuda "Şark Meselesi"ni unutmamamız gerekir. Şark Meselesi, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan başlayarak, I. Dünya Savaşı sonrasına kadar çeşitli uluslararası anlaşmalar ve konferanslar aracılığıyla şekillenmiştir. Bu süreç, Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını paylaşma ve bu topraklar üzerindeki nüfuz mücadelelerini içermektedir. Yani Batılı güçler Türklerin Balkanlardan ve Anadolu'dan çıkmasını geldiği topraklara yani Orta Asya'ya geri dönmesini istiyorlar. Bunu gerçekleştirmek için defalarca Haçlı Seferleri düzenlediler. Haçlı Seferleriyle bizi bu coğrafyadan çıkarmak için projeler yaptılar. Savaşta elde edemediklerini fırsat bulduklarında "soykırım" ile elde etmeye çalıştılar.
Bunlardan birisi daha hafızalarımızda tazeliğini koruyan Bosna-Hersek'teki Müslüman kıyımıdır. 1992-1995 yılları arasında Boşnak Müslümanlara karşı sistematik bir şiddet ve katliam kampanyası yürütülmüştü. Boşnak katliamında Saraybosna’da Mostar’da yaşananların yanında Srebrenica'da (1995) yaşanan ve yaklaşık 8,000 Boşnak erkeğin ve çocuğun hunharca öldürülmesi sadece bunlardan birisidir. Bugün Gazze'de aynı senaryo bir kez daha yaşanmaktadır. Müslüman milletlere yaşam hakkı tanınmak istenmiyor. İsrail devleti toprak satın alarak yerleştiği Ortadoğu coğrafyasında adım adım savaşlarla, işgallerle ve soykırım uygulamaları ile dünyanın gözü önünde bugünkü toprak seviyesine ulaştı. İşte bugün yaşanan Gazze'deki Müslüman halkın yok edilme girişimi bu politikanın bir parçasıdır. Yahudiler muharref Tevrat'a göre Mezopotamya topraklarını, yani Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki bölgeyi vaat edilmiş topraklar olarak kabul ederler. Yahudiler bu toprakları ele geçirmeyi bir inanç meselesi olarak görürler. Bu nedenle, bu insanlarla anlaşmak mümkün değildir, çünkü onların inancına göre bu topraklar alınmalıdır, hatta öldürerek bile olsa.
Bugün ülkemizde ve bölgemizde yaşanan olaylara bu perspektiften bakmak gerekir. Batının oyunlarına karşı uyanık olmak ve bilinçli bir siyaset izlemek, bölgenin barış ve istikrarı için elzemdir. Arap Baharı’nın Suriye'ye ulaştığı 2011 yılında, Prof. Dr. Haydar Baş hocamız bunun Büyük Ortadoğu Projesi'nin bir parçası olduğunu ifade etmişti. O dönemde, Türkiye'nin politikası Esad'ın karşısında yer almıştı. O günlerde BTP genel başkanı olan Haydar Baş Hoca, Ak parti hükümetine yönelik Suriye politikasında yanlış yolda gittiklerini her fırsatta dile getirdi. "Suriye'de attığın adım yanlıştır" diye haykırdı durdu. Hükümetin Suriye politikası ülkemiz için birçok zorlukları beraberinde getirdi. Arap mültecilerin ülkemize gelmesi, bölgenin boşaltılması ve işgal edilmesi gibi konular gündeme geldi. Türkiye'nin demografik yapısının değişmesi, sosyal ve kültürel dengelerin bozulması gibi sorunlar yaşandı.
Kayseri'de yaşanan olaylar, bu türden sorunların bir yansıması olarak görülmelidir. Türkiye’nin Suriye devleti ile son dönemdeki yakınlaşması bazı kesimleri rahatsız ediyor. Hükümetin yaşananlar hakkında muhalefeti suçlaması değil, nüfusun ve demografik yapının korunması için adımlar atması gerekir. Sosyal medya ve açık istihbarat kaynakları, Suriye'de artık bir savaşın olmadığını, barış ve huzurun sağlandığını gösteriyor. Bu durumda, Suriyelilerin kendi ülkelerine dönmesi ve Türkiye'nin demografik yapısının korunması önemli hale geliyor. Geçmişte yapılan yanlışlardan ders alınarak, Suriye ile barış görüşmelerinin başlatılması ve iki ülke arasında anlaşmaya varılması gerekiyor. Prof. Dr. Haydar Baş'ın uyarılarına dikkat edilmesi ve ülkemiz üzerinde oynanan oyunlara karşı uyanık olunması gerekiyor. Bu, bir milli güvenlik meselesidir ve basit çıkarlar uğruna göz ardı edilemez. Tarih önünde bu sorumluluğun izahı mümkün değildir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhuriyet dönemi dış politikasında ortaya koyduğu "Yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesi iyi anlaşılmalı ve uygulanmalıdır. Bunun da yolu barışın tesis edilmesi için güçlü bir duruş gerekmektedir.