Kaybolan İğne Evde Aranır

Kaybolan İğne Evde Aranır

Son günlerde sıkça tartışılan ve derinleşen bir meseleyi ele almak istiyorum: doğum oranları. 2008 yılına dönelim… O dönemin başbakanı Erdoğan, kamuoyuna bir çağrıda bulunmuş ve her aileden en az üç çocuk istemişti. Bu çağrı, bir tür sosyoekonomik strateji olarak gündeme getirilmişti. Aradan geçen yıllar bu hedefin gerçekleşmediğini açıkça ortaya koyuyor. Bugün 2025 yılındayız ve elimizdeki resmi istatistikler, tam tersine bir tabloyu gözler önüne seriyor: Doğum oranları düşmüş durumda. Nüfusun içindeki çocuk oranı belirgin şekilde azalmış. Genç nüfusun oranı da aynı şekilde gerilemiş. Türkiye artık yaşlanan bir toplum olma yolunda hızla ilerliyor.
Bu durum öylesine kritik bir hâl aldı ki, Sayın Erdoğan geçtiğimiz günlerde bir açıklama daha yaparak mevcut gidişatı “varoluşsal bir tehdit” olarak nitelendirdi. Bu ifade sıradan bir politik cümle değil; aksine, toplumun sürdürülebilirliği açısından bir alarm niteliği taşıyor. Evet, doğru: Eğer bu oranlar böyle devam ederse, yalnızca nüfus politikamız değil, ekonomik yapımızdan sosyal güvenlik sistemimize, üretimden kültürel devamlılığa kadar pek çok alan tehdit altına girecektir. 
Sorun belli ancak çözüm yolları yine isabetsizdir. Bu konuda milletimiz ariftir. Yeter ki ona kulak ve gönül verelim. Nasreddin Hoca bir gece evde iğnesini kaybeder. Ev karanlıktır. Hoca çıkar, dışarıda sokak lambasının altına geçer ve iğnesini orada aramaya başlar. Bunu görenler merakla sorar:
“Hocam, ne yapıyorsun?”
“İğnemi arıyorum.”
“İğneyi nerede kaybettin?”
“Evde.”
“O zaman neden dışarıda arıyorsun?”
“Çünkü burada ışık var.”
Bu ibretlik fıkra, bugün yaşadığımız gerçekliğe adeta ayna tutuyor.
Dün gece genç arkadaşlarımla oturduk, konu dönüp dolaşıp evlilik konusuna geldi. Sordum:
“Artık yaşınız geldi. Neden evlenmiyorsunuz? Neden bir yuva kurma cesareti gösteremiyorsunuz?”
Aldığım cevap çok netti:
“Hocam, aldığımız maaş ev kirasına bile yetmiyor. Kendimizi güvende hissetmiyoruz. Nasıl ev geçindirelim?”
Gerçekten de öyle değil mi?
Bugün ülkemizde asgari ücret, küsuratı geçelim, yaklaşık 22.000 TL. TÜRK-İŞ’in Mart ayı raporuna göre ise açlık sınırı 23.000 TL’ye, yoksulluk sınırı ise 76.000 TL’ye dayanmış durumda. Düşünün; açlık sınırının altında bir maaşla, insanlar hayatta kalmaya çalışıyor. Dahası, ülkemizde nüfusun yüzde 50’si asgari ücretle geçiniyor. Avrupa’da bu oran nedir? Yüzde 5, bilemediniz yüzde 10.
Asgari ücret bizde artık bir “asgari” değil, fiilen ortalama ücret haline gelmiş. Bu şartlarda genç nasıl evlensin, aile nasıl genişlesin, çocuk nasıl dünyaya gelsin?
Ve sonra biz dönüp şunu soruyoruz:
“Doğum oranları neden düşüyor?”
Sorunun cevabı gözümüzün önünde ama biz hâlâ lambanın altına bakıyoruz. Oysa iğne evde, yani mesele gerçeklerin olduğu yerde kaybedildi. Biz ise çözüm aramak yerine sadece aydınlıkta oyalanıyoruz. Bu da bize bir çözüm getirmiyor, sadece zaman kaybettiriyor.

Bu tabloyu görmezden gelmek, kaybettiğimiz iğneyi sokak ortasında aramaktan farksızdır.
Doğum oranları başta olmak üzere toplumumuzun temel yapı taşlarını ilgilendiren göstergelerdeki gerileme, tesadüf değildir. İstatistikler, özellikle 2002 yılından itibaren yaşanan yapısal kırılmayı açıkça göstermektedir. AK Parti iktidarıyla eşzamanlı olarak başlayan bu süreç, yıllar içinde derinleşmiş; toplumsal dengeler sarsılmıştır.
Ancak biz bu tabloyu yalnızca izliyoruz. Evlatlarımız geleceğe dair umut taşımıyor ama biz hâlâ siyasi etiketlerle vakit kaybediyoruz. Çünkü çözümün ruhundan hâlâ çok uzaktayız.
Merhum Prof. Dr. Haydar Baş, yıllar önce kimse konuşmazken, “Ev hanımlığı bir meslektir,” dedi. “Ev hanımlarına maaş bağlanmalı, onlar emekli edilmelidir,” dedi. Bu, sadece ekonomik değil; aynı zamanda sosyal adaletin, aile yapısının ve insan onurunun savunusuydu. Bu yaklaşım, Hocamızın öncülüğünü yaptığı Milli Ekonomi Modeli'nin bir parçasıydı.
Bugün, onun yıllar önce dile getirdiği bu gerçekleri, bazı çevreler artık “yarım ağızla” kabul etmeye başladı. Ev hanımlarının emeği konuşuluyor, onlara maaş verilmesi tartışılıyor. Neden? Çünkü toplumun büyük bir kısmı artık bu sistemin içinde boğulduğunu hissediyor.
Ben bu acıyı gerçekten içinde hisseden bir yurttaş olarak sesleniyorum: Yine başaramayacaklar. Çünkü hâlâ meseleyi anlamaktan çok uzaktalar.
Oysa çözüm açıktır. Bu ülkenin yarınını kurtaracak modelin adı vardır: Milli Ekonomi Modeli.
Ve bu modeli yıllardır savunan bir kadro vardır: Bağımsız Türkiye Partisi.
Bugün “varoluşsal tehdit” in çözümü milletin bu modele karşı gösterecekleri tavırla belli olacaktır.