YABANCILAŞTIRILMIŞ DIŞ POLİTİKAMIZA BAKIŞ
1838 Balta Limanı Anlaşması: Bugünkü 1995 Gümrük Birliği Anlaşmasıyla denk düşmektedir.
1839 Tanzimat Fermanı: Bugünkü AB uyum yasaları ve IMF dayatmalarına karşılık gelmektedir.
1856 Islahat Fermanı ise bugünkü AB Türkiye ilerleme raporları ile eşdeğerdedir.
1896'da
ABD Kongresi'nde alınan Türk devletinin Hıristiyanlaştırılması ve
federal bir yapı ile ABD tarafından atanan bir kişi tarafından
yönetilmesi kararının alınmasının son vuruşları günümüzde dinlerarası
diyalog ve medeniyetler ittifakı adımlarıyla atılmaktadır.
Bütün bu gelişmeler Osmanlının sonunu getirmiş ve neticede Osmanlı devletinin çöküşü ve işgal hayatı yaşanmıştır.
Verilen
milli mücadele ile Anadolu topraklarında genç Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin kurulması ile yeniden ve yeni bir devlet ile tarih sahnesinde
yerimizi almışızdır. Atatürk Döneminde izlenen dış politikanın temel
ilkesi bağımsızlıktan hiçbir şekilde taviz vermemek olmuştur. Gerçekçi,
akılcı, tarihi birikimin ışığında, milli çıkarları gerçekleştirmede
kararlı bir politika izlenmiştir. Bu dönemde altını çizmemiz gereken ana
unsur bağımsızlık duruşuydu. Atatürk bu konuda şunları söylemektedir:
“Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, iktisadi, adli,
askeri, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam
serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan
mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek manasında bütün bağımsızlığından
mahrumiyet demektir”
Atatürk'ten sonra siyasiler tarafından
Türkiye'nin ekseni değişmiştir. Artık farklı bir Atatürk anlayışı farklı
bir dış politika anlayışı bürokrasiye, hâsılı millete icbar edilmiştir.
Bu politika bir bakıma milli mücadele yıllarını istisna tutarsak AB
ekseninde ABD ekseninde IMF ekseninde bir politika olagelmiştir.
Kasım
1999: Clinton, TBMM'de yaptığı konuşmada “20. yüzyıl Osmanlı
İmparatorluğu'nun kararlarına göre şekillenmiştir, 21. yüzyıl ise
Türkiye'nin alacağı kararlara göre şekillenecektir” demiştir. ABD eski
Başkanı Bill Clinton, Ankara ziyaretinden önce Georgetown
üniversitesi'nde yaptığı konuşmada ise “20. yüzyılın gidişatını nasıl
Osmanlı'nın yıkılışı belirlediyse, 21. yüzyılın şekillenmesinde de
Türkiye etkin rol oynayacaktır” demektedir. Her ne kadar Türkiye kendi
kendinin kıymetini bilmese de sahip olduğu tarih, kültür, inanç ve
coğrafyası itibarıyla kilit öneme haizdir. Kendi oyunumuzu kuramadığımız
için başkasının oyununda figüran, bazen de fedai rolü ülkemize reva
görülmektedir. Bir dönem dünyanın en büyük emperyalist devleti
İngiltereyken, günümüzde bu konuma ABD gelmiştir. ABD de ki
neo-con'ların, yani yeni muhafazakârların, yani güç odağını ellerinde
bulunduran Yahudilerin marifetiyle dünya, özellikle de Osmanlı devleti
hinterlandı üzerine hesaplar yapıldı. Bunun adı BOP, yani büyük Ortadoğu
ve genişletilmiş kuzey Afrika projesi. Neoconservatist kanat, Amerika
Birleşik Devletlerinin menfaatleri için hangi ülkeye gözünü diktiyse
ekonomik ve askeri güç kullanarak güya liberalizm, demokrasi, insan
hakları getirmek üzere faaliyete geçmektedir. Basın- yayın gücünü de
arkasına alarak operasyonunu gerçekleştirmektedir. Daha Clinton
dönemindeyken sinyalleri verilen hem de TBMM de ifade edilen bu proje
günümüz dünyasındaki gelişmeleri ve bölgemizde yaşananları ve ülkemizin
dış politikasını hâsılı her şeyi anlatmaktadır.
Maalesef
Osmanlı'nın son dönemlerinde başlayan dış güçlerin içerdeki lobi
faaliyetleri ve bürokrasiyi parsellemeleri günümüzde de devam
etmektedir. Hükümetlerin kurulması ve alaşağı edilmeleri, en büyük
sorunlarımızdan olan anarşi ve terörün sebepleri arasında dış güçlerin
etkisi göz ardı edilemez. Maalesef duyulan, görülen ve yaşanan
hakikatler devlet erkânı tarafından ifade bile edilememektedir. Dost ve
düşman kavramları birbirine karışmış vaziyettedir. Sorunların teşhisi
maalesef tam olarak ortaya konamamaktadır. Bütün bu gelişmeler elbette
kaos doğurmaktadır.
Dünyada yaşanan teknolojik gelişmeler, iklim
değişiklikleri, yer altı ve yer üstü zenginliklerin kullanımı,
içilebilir su kaynaklarının azalması dikkatleri hep ülkemiz merkezli
Osmanlının hinterlandına çekmiştir. ABD'nin Irak ve Afganistan işgalleri
kendisine ağır faturalara mal olmuştur. Bütün çabalarına rağmen Amerika
arzu ettiği sonuca ulaşmakta zorlanmaktadır. üstüne üstlük kendi
kamuoyuyla sosyoekonomik sorunlar yaşamaktadır. ABD'nin bu coğrafyada
kendi adına hareket edecek bir stratejik ortağa ihtiyacı vardır. İşte
Türkiye'nin dış politikası da bu noktada şekillenmektedir.
Türkiye
Osmanlı coğrafyasında var olan devletlerle tarihsel ortak paydalara
sahiptir. Dini, kültürel, siyasi ortaklıklar burada oynanan satrançta
yapılacak manevraları da belirlemektedir. İşte tam da bu noktada özal
dönemi ABD ile stratejik ortaklık kurulan bir dönemdir. Bunu takip eden
yıllarda bu politika da değişiklik olmadığı gibi dozunda artış da
olmuştur. özellikle AKP iktidarı ile birlikte açık ve seçik olarak ABD
adına yapılan iç ve dış politik yaklaşımlar gündeme damgasını vurmuştur.
Başbakan sıfatıyla BOP' un eş başkanı olduğunu Tayyip Erdoğan her
fırsatta ifade etmektedir. BOP' un sosyal ve kültürel ayağı olan İslami
anlayış ve yaşayışı gevşetecek, ekseninden uzaklaştıracak yeni bir din
anlayışı olan Ilımlı İslam ortaya konmaya çalışılmaktadır. Bu kapsamda
"dinlerarası diyalog', "medeniyetler ittifakı' çalışmaları Türkiye başta
olmak üzere İslam ülkelerinde Müslüman toplum üzerinde tatbik edilmeye
başlanmıştır. Tayyip Erdoğan burada da medeniyetler ittifakının eş
başkanıdır. Fethullah Gülen ve camiasının, Necmettin Erbakan ve Avrupa
Milli Görüşü Teşkilatı ve Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti bu politikanın
başta gelen sıcak takipçileridir. 12 Nisan 2008 tarihli resmi gazetede,
başbakanlık kaynaklı 26845 sayılı medeniyetler ittifakı ulusal planı
genelgesi ile artık bizzat devletin imkânları ile ABD tarafından öteden
beri planlanan BOP'un dini, siyasi ve kültürel ayağı epey mesafe kat
etmiştir. Artık uygulanan dış politikalar yeni Osmanlıcılık adıyla
uygulanmaktadır. Tıpkı ABD'de bu çalışmaları tasarlayan neo-con'lar yani
yeni muhafazakârlar gibi.
Yeni Osmanlıcılık öyle takdim
edilmektedir ki, sanki yeni bir Fatih dönemi, Kanuni dönemindeki Osmanlı
görüntüsü veriliyordu. Buradaki işin aslı milli menfaatlerimizin
Osmanlısı değil; Amerikan menfaatlerinin Osmanlısı tesis edilmek
istenmesidir.
AKP hükümet yetkililerinin özellikle dış işleri
bakanlığının faaliyetleri bu konuya ışık tutacak mahiyettedir. AKP
hükümetinin dış politikasında temel yaklaşım çok pervasız bir şekilde
yıllardan beri devam ede gelen milli politikaların alt üst edilmesidir.
Bunu yaparken milletin iradesini hiç sayan ve kamuoyunu da taviz vermeye
yönlendiren bir aktif politik yaklaşımları da vardır. örneğin Kıbrıs
Türklerine Annan planına destek vermeleri için baskı yapılmıştır.
Tezkere
meclisten geçmemesine rağmen çıkarttığı genelgeyle ABD'nin savaş
araç-gereçleri Türkiye üzerinden Irak'a nakledilmiştir. Başbakan
Erdoğan, o kadar kendini kaptırmış olacak ki, Amerikan gazetesi The Wall
Street Journal'e 31 Mart 2003'te yazdığı makalede Irak'a savaşmaya
giden ABD'li askerler için şöyle dua etmiştir: “Irak'ta savaşan ABD'li
kahraman bay ve bayan askerlere, en az zayiatla ülkelerine mümkün olan
en kısa zamanda dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz.”
AKP'nin Dışişleri
Bakanı Abdullah Gül de şöyle diyordu: “Dünya barışı için, barışı korumak
için, son 50 senede dünyada en çok Amerikalılar kendi çocuklarını feda
etmişlerdir.”
Bush yönetiminin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul
Wolfowitz, Irak işgalinden üç ay önce Türkiye ziyareti sırasında yaptığı
açıklamada şöyle demişti: “Biz Irak'a müdahale konusunda tereddüt
ediyorduk, Tayyip Erdoğan bize cesaret vermiştir.” Bütün bu sözler bakın
ne anlama gelmektedir. Bir taraftan kendi milli meselelerine duyarsız
kalacaksın, devletin kurumları arasında ayrılıklar oluşturacaksın, milli
birlik değil de etnik ayrımcılığın önünü açacaksın, mali konularda,
tarım da hayvancılıkta vatandaşı inim inim inleteceksin, yer altı yer
üstü zenginlikleri yabancı sermayeye peşkeş çekeceksin, bunların
ötesinde vatan topraklarını yabancıya satacaksın. Bu örnekleri çoğaltmak
mümkündür. Kendi içinde bir bozulma, çözülme yaşatan iktidar, dış
politikada bazen ABD, adına bazen AB adına siyaset izlemektedir.
Bütün bu resimler yan yana getirildiği zaman büyük fotoğraf da ortaya çıkmaktadır.
BTP
Genel Başkanı Prof. Dr. Haydar Baş “Amerika'nın BOP planı, Irak ve
Afganistan işgalleriyle sergilenen katliam ve gözyaşlarıyla iflas etti.
AKP hükümeti, Amerika'nın bu BOP'unu (Büyük Ortadoğu Projesi),
şimdilerde Yeni Osmanlıcılık kılıfına sokarak güya Türk milletine ve
İslam ülkelerine yutturmaya çalışıyor” dedikten sonra tarihi bir tespit
daha yapmaktadır: “Yeni Osmanlıcılık projesiyle hükümet ABD'ye yaranarak
Ortadoğu'da İsrail'den rol kapmaya çalışmaktadır” demektedir.
Hükümetin
bu yaklaşımları sonucunda ABD'nin bölgede parasız veya çok az para
verilen avukatı konumuna gelinmiştir. Tarih ve yaşanan hadiseler
göstermiştir ki ne ABD ne AB, Türkiye'nin dostu değildir. İçimizdeki
etnik unsurların da dostu değildir. İktidarın kıblesi belli değildir.
Türk dış politikası Atatürk'ten sonra eksen sapması yaşamıştır. Bugüne
kadar yaşananlardan yakınları adına kazançlı çıksalar da kaybeden bütün
bir devlettir, ordudur, hukuktur, ailedir kısacası bütün bu unsurların
koruması altındaki "Türk Milletidir'.
Yaşananlar toprak bütünlüğümüzü
tehdit etmektedir. Ulusal yapımızı, milli birliğimizi de velhasıl
demokratik, laik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni ve
arabıyla, kürdüyle, lazıyla, çerkeziyle, acemiyle bütün Türk milletini
tehdit etmektedir.
Türkiye'deki partiler ikiye ayrılmaktadır.
Biri AB diyen ABD diyen IMF diyen birini veya hepsini birlikte söyleyen
mandacı partiler; diğeri ise ne AB ne ABD ne IMF; tam bağımsız Türkiye
diyen Bağımsız Türkiye Partisi. Dış siyaset konusunda BTP'nin parti
programında bakın neler söyleniyor: “Genel Bakış:
Bölgesinde güçlü ve
dünyada söz sahibi bir ülke olabilmek için “Yurtta sulh, cihanda sulh”
ilkesi çerçevesinde aktif bir dış siyaset izlenecektir.
Son yıllarda
dünyada ve özellikle bölgemizde görülen gelişmeler ve çoğu zaman sıcak
çatışmalara dönüşen ihtilaflar, dış güvenlik konusunda Türkiye'nin çok
daha uyanık olmasını gerektirmektedir. Türkiye'nin bölgesindeki ve
dünyadaki hak ve menfaatlerini gereği gibi koruyabilmesi için bölgesinde
meydana gelebilecek olumsuz gelişmeleri daha başlangıçta caydırabilecek
bir yapı ve dinamiğe sahip olması gerekmektedir. Bunun için de, TSK'nin
modern savaş teknolojisi araç ve uygulamaları için gerekli olan destek
verilecektir.
Çağımızda ülkelerin gücünü, jeo stratejik konumu kadar jeo kültürel yapısı da etkilemektedir.
Bunun için aynı dil, kültür ve tarihe sahip Türk dünyasını kucaklayacak bir politika izlemek zaruridir.
Dış
politikamız her şeyden önce milli bütünlüğümüzün korunmasını
gözetecektir. Çünkü bilgi ve iletişim çağında devletten devlete
ilişkilerden çok, devletten halka siyaset izlenmekte, devletler ve
milletler kamu diplomasisi yoluyla kültürlerini ve kimliklerini
açıklamakta ve kendi kimliklerine uygun insan tipi yetiştirmek
istemektedir.
Geçmişten günümüze kadar misyonerlik faaliyetleri,
çağımızda ise uluslararası sivil toplum örgütleri ve kitle iletişim
araçları vasıtası ile her yönde etkin propaganda yürütülmektedir.
Türkiye
bu noktada, Türk kültürünü dünyaya tanıtacak, taşıyacak, Türk kimliğini
bulunduğu coğrafyada yaşatacak sivil toplum örgütlerini teşvik edip
destekleyecektir. Dünyanın dört bir yanında bulunan vatandaşlarımız bu
noktada bilinçlendirilecektir.
Türkiye, dünya politikasında hâkim ve
etkin bir güç olmalı ve BM'de veto hakkı bulunmalıdır. Bunun için
gerekli girişimler yapılacaktır.
Türkiye, kendi menfaatlerini ve
uluslararası stratejik dengeleri gözeterek tüm dünya ile iktisadi,
sınai, bilimsel ve diğer alanlarda işbirliği içinde olacaktır. Ancak, AB
sürecinde belirdiği üzere ulusun bağımsızlığı, vatanın bölünmez
bütünlüğü ve Kıbrıs gibi en temel konularda söz konusu olabilecek istek
ve dayatmalar karşısında hiçbir tavizkar tutum içerisine
girilmeyecektir.
SONUÇ
BTP tüm partilerden farklı
küreselleşmeye karşı Milli duruşa sahip milletimizi ayağa kaldıracak
somut projelere sahip, Türkiye'mizi lider ülke yapacak iradeye sahip tek
partidir”
Millet olarak tarihi bir dönemeçten geçmekteyiz. Artık
eteğimizdeki taşları dökmenin zamanı gelmiş hatta geçmektedir. Basın
yayının etkisiyle değil; geçici menfaatler için değil ön yargılardan
uzak; ajanların yanlış yönlendirmelerinden uzak gelişmeleri rasyonel
olarak değerlendirmek zorundayız. İşte bunları yaptığımız zaman
kurtuluşun, çözümün hiç de uzak olmadığını, hatta yanı başımızda
olduğunu göreceğiz. Gelin hep birlikte Bağımsız Türkiye'yi imar ve inşa
edelim.