Dün ile Bugün Arasında Bir Düşünce Köprüsü

Dün ile Bugün Arasında Bir Düşünce Köprüsü

Geçtiğimiz gün, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü tarafından düzenlenen “Bir Kitap Bir Yazar” söyleşilerinde, İnönü ve Menderes Türkiye’sinde Din–Devlet–Toplum başlıklı konuşmayı dinledim. Söyleşinin konuşmacısı Dr. Ertuğrul Dalmış idi. Sunum en başından akademik titizliği önemseyen ve bilimsel bir ciddiyeti odağına alan bir içeriğe sahipti. Ancak anlatılanlar, bu titiz yapıyı koruyarak Türkiye’nin hafızasıyla yüzleşmeye çağıran bir düşünce hattına dönüştü. Ben de o an, dünü ve bugünü yan yana dizmek yerine, üst üste koyarak okuma ihtiyacı hissettim. Yani yatay değil, dikey bir tarih okuması

Din–devlet–toplum ilişkisi bu ülkede hiçbir zaman yalnızca bir inanç meselesi olmadı. Bu ilişki, her dönem egemenlik, meşruiyet ve devlet aklı ile iç içe yürüdü. Söyleşide ele alınan İnönü ve Menderes dönemleri de bu hakikatin iki farklı yüzünü temsil ediyordu. İsmet İnönü dönemi; savaşın, yokluğun ve devletin ayakta kalma refleksinin ağır bastığı bir dönemdi. Devlet, önceliği güvenliğe ve bütünlüğe verdi. Din alanı ise sıkı bir denetim altındaydı. Bugün bu tablo hâlâ “din dışlandı” gibi basit sloganlarla anlatılıyor. Oysa tarih, sloganlardan ibaret değildir.

Adnan Menderes döneminde ise bu kez başka bir refleks öne çıktı. Toplumun bastırılmış talepleri siyasete taşındı; din kamusal alanda daha görünür hâle geldi. Fakat bu görünürlük beraberinde kritik bir soruyu da getirdi: Din gerçekten özgürleşiyor muydu, yoksa siyasetin yeni meşruiyet dili mi oluyordu? Söyleşiyi dinlerken asıl dikkat kesildiğim nokta tam da burasıydı. Çünkü bu soru yalnızca 1950’lerin değil, bugünün de sorusuydu.

Söyleşide dolaylı olarak temas edilen, fakat kamuoyunda sıkça çarpıtılan bir başlık da ister istemez gündeme geldi: Cumhuriyet’in ilk yıllarında camiler, dinî yapılar ve restorasyon meselesi. Cumhuriyetin ilk yıllarında camilerin kapatıldığı, satıldığı ya da yıkıldığı yönündeki iddialar bugün hâlâ siyasi propaganda malzemesi olarak kullanılıyor. Oysa tarihsel tablo çok daha yalın ve acıdır:
Ülke yoksuldur. Devletin kasası boştur. Restorasyon yapacak ne bütçe vardır ne de teknik kadro. Tam bu noktada Dr. Ertuğrul Dalmış’ın söyleşide kurduğu çerçeve, meseleyi ideolojik gürültüden arındırarak yerli yerine oturtuyordu.

Dr. Dalmış, bu konudaki yaklaşımını özetle şu zemine oturtuyordu: Cumhuriyet’in ilk yıllarında satılan ya da elden çıkarılan camiler, dinle mücadele amacıyla değil; mevcut ve işlevsel camilerin ayakta tutulabilmesi için değerlendirilmişti. Yani anlatıldığı gibi bir “toplu kapatma” ya da “tasfiye” politikası söz konusu değildi. Aksine, devlet elindeki son derece sınırlı imkânlarla bir önceliklendirme yapmak zorundaydı. Harabe hâline gelmiş, cemaati kalmamış, tamiri ekonomik olarak mümkün olmayan bazı yapılar elden çıkarılıyor; buradan elde edilen gelirle faal camilerin tamiratı, bakımı ve yaşatılması sağlanıyordu. Dr. Dalmış’ın ifadesiyle bu, bir tercih değil; zorunluluktu. Çünkü ortada ne bugünkü anlamda bir Vakıflar restorasyon teşkilatı vardı ne de mimari koruma bilinci ve bütçesi. Devlet, ya bütün yapıları kaderine terk edecekti ya da bazılarını feda ederek çoğunu ayakta tutmaya çalışacaktı. Bu nedenle yapılan tercih, ideolojik değil; idari ve mali bir tercihti.

Bu tabloyu tamamlayan en çarpıcı örneklerden biri de Atatürk’ün Konya’da bir caminin harap hâli üzerine, dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye çektiği telgraftır. Atatürk, bu telgrafta caminin durumundan açıkça söz eder; bakım ve onarım ihtiyacını vurgular ve gerekli tamiratın yapılmasını ister. Bu ve benzeri belgeler, Cumhuriyet’in kurucu iradesinin dine bakışını sloganlarla değil, uygulamayla ortaya koyar. Eğer mesele dinle hesaplaşmak olsaydı, harap bir caminin onarımı için doğrudan talimat verilmezdi. Aksine bu telgraf bize şunu gösterir:
Sorun niyette değil, imkândadır.

Bir yanda yokluk, diğer yanda ayakta tutulmaya çalışılan bir dinî hayat vardır. Devlet, elindeki sınırlı kaynaklarla eğitimden sağlığa, güvenlikten imara kadar her alanda yangın söndürmeye çalışırken; dinî yapılar da bu gerçekliğin içinde ele alınmıştır.

Bu açıklamaları dinlerken zihnimde ister istemez bugüne doğru bir dikey okuma başladı. Dün, satılan harabe camilerin geliriyle diğer camilerin tamiratı yapılıyordu. Bugün ise camiler fiziken ayakta; ama din, ahlaki ve fikrî bir tamirden yoksun bırakılıyor. Dün devlet, yokluk içinde “hangisini kurtarabiliriz?” sorusunu soruyordu. Bugün ise bolluk içinde “hangi kavramı ne kadar zorlayabiliriz?” sorusu soruluyor. Bugün “barış”, “kardeşlik”, “normalleşme”, “süreç” gibi kavramlar sıkça dolaşımda. Fakat bu kavramların içi doldurulmadığında, yalnızca meşruiyet ambalajına dönüşüyor.

Dün mesele, çatısı akan camiyi onarmaktı.
Bugün mesele, içi boşaltılan kavramları onarmak.

Dün yapı harabeydi.
Bugün ise mana, harap edilme riskiyle karşı karşıya. Bu çerçevede Atatürk dönemine dair “cami satıldı” söylemleri de yeniden düşünülmelidir. Eğer mesele din düşmanlığı olsaydı, satılanlarla yetinilmezdi. Konya telgrafı gibi belgeler olmazdı. Ama amaç, eldeki imkânlarla dinî hayatın sürdürülebilirliğini sağlamaktı. Bugün bu gerçeği görmezden gelerek yapılan her tartışma, geçmişi anlamaya değil; bugünü kurgulamaya yöneliktir. Dr. Ertuğrul Dalmış’ın söyleşide kurduğu denge bana şunu bir kez daha düşündürdü: Tarih, ya ideolojik sloganlarla kullanılır ya da hakikati öğretir.

Ve bugün asıl soru şudur: Biz camileri mi onarıyoruz, yoksa kavramları mı yıkıyoruz? Mesele, bugünün vicdanı ve yarının istikametidir.